Tem 30, 2016 Murat Tokay Kitap 0
Nazan Bekiroğlu, yeni romanı Mücella’da gaz lambasının ışığında, evlerde gizli hazine gibi duran eski zaman sandıklarının üzerindeki örtüyü aralıyor.
Mücella’yı bitirdiğimde yaşadığım duygunun adını hüzünlü mutluluk koymuştum. Hayatın kıyısında kalmış ‘kuruyup gitmiş yaşlı bir kız’ın yaşadıklarından daha çok yaşayamadıkları rikkatime dokunmuştu. Bütün etkili sanat eserleri gibi Mücella da ardında bir sessizlik bıraktı. Suskunluğu üzerimden atıp romanla ilgili defterime not düşmek üzere masama geçtiğimde Mahir’in çok bilinen şu beytini içimden tekrar ederken buldum kendimi “Kanı ol gül gülerek geldiği demler şimdi/Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz”
Bir Mücella yazısı kaleme almaya bu üçüncü teşebbüsüm. Uzunca bir zaman başucumda durdu kitap. Romanda Trabzon’dan çıkmayan kahramanımız; o “çiçek şefkatli kadın” benimle İstanbul’u gezdi, vapura, metroya bindi, Karaköy’ün kafelerinde kahveme eşlik etti. Zaten öyle değil midir ‘kitaplar sadece okumak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir’ Bu yazıda Mücella’ya ile birlikte geçirilmiş zamandan da izler olsun istedim.
Böyle bir girişten sonra Mücella’nın zor okunan bir roman olduğunu sanmayın. Aksine okuru yormayan –daha az yoran- klasik bir romanla karşı karşıyayız. Bir önceki roman Nar Ağacı’nda başlayan dilde sadeleşme Mücella’da da sürüyor. Üslupçu Nazan Bekiroğlu yerine “düz cümlelerle” (boş cümlelerle değil) konuşan bir yazar var. Nazan hocanın Nun Masalları, Yusuf ile Züleyha, İsim ile Ateş Arasında gibi kitaplarında imaj sağanağı belirgindir ve şiirli dil baskındır. Mücella’da ise şiirsel duyuşun ve ürpermenin romanın bütününe yayıldığını görüyoruz. Şiir dil olarak değil; bir koku bir tad olarak metinde kendini duyuruyor. Nazan hocanın deneme yazılarına aşina olanlar bu “sadeleşme”nin ipuçlarını yakalayabilir. Onun son yıllarda yazılarında sıkça karşılaştığımız “Biraz azalsam, sadeleşsem, durulsam” diyen sesinin yazıda karşılığı olarak okuyabiliriz bu dil tercihini. Dil yalınlaşmış olsa da romanın bir derdi var ve bu meseleyi çok satar romanların matematiği ile ortaya koymak pek de mümkün değil. Haliyle popüler kitaplar okumaya alışık okurun yorulacağını yer yer zorlanacağını belirtmiş olalım. Ezbere “Bir solukta okunan”, “su gibi akan” “bir çırpıda biten” bir roman değil Mücella.
MEKTUPLAR, DANTELLER VE GÜL OYASI KEDERLER…
Romanın sayfalarını çevirmeye Andre Gide’in şu sözünü anarak başlayalım “Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” Mücella, bir anı kitabı olmasa da Nazan Bekiroğlu geçmiş, yitmiş bir zamanı; “yekpare bir anı” kayda geçiriyor. Gaz lambasının ışığında evlerde gizli hazine gibi duran eski zaman sandıklarının üzerindeki örtüyü aralıyor, kapağını açıyor. Lavanta kokusunu alıyorsunuz önce; kumaşlar, danteller, mektuplar ve gül oyası kederler saçılıyor… Sandıkta özenle saklanan sararmış siyah beyaz fotoğraflar dilleniyor. Tıpkı Mücella’nın ki gibi ninelerimizin, annelerimizin hayatları da sayfalarda akıyor.
Mücella’da bütün hikaye Trabzon’da geçiyor. Zaman 1920’lerden başlayıp 1976’da son buluyor. Zamanın yavaş aktığı, tel dolaplı, gaz lambalı, maltız ocaklı, sofalı, sedirli, radyolu yıllar… Kısa Türkiye tarihi, siyasi çalkantılar, değişim- dönüşüm arka planda bir fon olarak aktarılıyor.
Romanın ana kahramanı Mücella ilkokul mezunu, babasız, anne baskısıyla büyümüş hayatı düz bir çizgide ilerleyen, renksiz, bir karakter. Mücella ne kadar silikse etrafındaki hayatlar o kadar fırtınalı. Roman kahramanımızın hayatı bir şekilde bu inişli çıkışlı ömürlerle kesişiyor. Kimi zaman aşk mektuplarını ulaştırması rica edilen bir sırdaş, ulak; kimi zaman arkadaşının çocuklarının pusetini iten bir teyze, kimi zaman dert ortağı abla olarak görüyoruz Mücella’yı. Altmış yıla yaklaşan ömründe ne kendisine aşkla mektup yazılan bir kadının hissettiklerini duyabiliyor, ne anne seslenişinin muhatabı oluyor. Eline yabancı bir el değmeden sürüp gitmiş; kendisi için değil başkaları için yaşanmış; yapayalnız tükenmiş bir dantelli, kenar süslü bir ömür Mücella’nın ki. Kaderinden kimseye şikayet etmemiş, kimseye küsmemiş bir kadın Mücella. Yalnız ve mutsuz ama mutsuzluğunun farkında bile değil. –Burada bir benzeri olarak romanda da açık gönderme yapılan Halit Ziya Uşaklıgil’in Ferhunde Kalfa’sını da anabiliriz.-
Nazan Bekiroğlu bir kuşağın hikayesini kadınların gözüyle anlatırken adeta kalemini bir kamera gibi kullanıyor, hiçbir görüntüyü, detayı atlamamaya çalışıyor. Mücella’nın ilk bölümünde uzun betimlemelere girişiyor –bu günümüz okuruna sıkıcı gelebilir, roman da bir handikap gibi görülebilir- uzun cümleler kuruyor. Dün hayatın merkezinde ama artık sözlüklerde unutulmuş kelimeleri peş peşe sıralayarak onların üzerindeki tozu alıyor. Bunu bir vefa hissiyle, şefkatle yaptığını seziyoruz. Roman kahramanlarının adlarına baktığımızda da bunu görüyoruz. Neyyire, Mümine, Mücella, Müzeyyen, Mahpare, Sahir Efendi, Tevfik, Yusuf Ziya… Bugün neredeyse adları bile yaşamayan çoktan masala karışmış insanlar ve onların yaşadıkları kendi dillerinde, kendi incelikleriyle aktarılıyor.
Biz nasıl bir dönemi hem de insanı anlamak için tarih ve psikoloji kitaplarından çok romana; Kiralık Konak’a, Aşk-ı Memnu’ya, Huzur’a, Fatih-i Harbiye’ye müracaat ediyorsak Mücella’da aynı yerde duruyor.
Mücella’da Nazan Bekiroğlu’nu bir roman kahramanı –hikayenin anlatıcısı Nazlı-olarak da görüyoruz. Nazlı, Mücella’nın hayatını kaybettiği yılda (1977) Erzurum’da Edebiyat Fakültesinde okuyan bir üniversite talebesidir “Kırk yıl sonra hala masamın başında, kitapların, defterlerin, kağıtların arasında oturuyorum. Kadrajındaki herkesin artık ölü olduğu eski bir fotoğraflardan birine sık sık göz atsam da penceremin dışında bahar bahçesi uzanıyor… Hatırladıklarıma sizi inandırmak için elimde bir eski zaman aynasından fazlası yok” Bu sözlerden sonra Mücella’nın yarım kalmış hikayesini okumaya duruyoruz. “Tanımaktır anlamanın ilk şartı. Sevmek anlamaktan sonra gelir ve Mücella’yı anlamak için önce Neyyire Hanım’ın bahçesine bakmak gerekir”
Romanda Yusuf Ziya’nın uzunca aşk mektubuna ayrı bahis açmak gerekir. Sevdiğine ve istediği hayata kavuşamayan, annesinin çizdiği dar çerçevenin dışına çıkamadığı için mutluluğundan vazgeçen Yusuf Ziya’nın yakıcı mektubu sayfalarda bir hıçkırık gibi duruyor.
Romanda hayatın ne getireceğini bilmemenin kendine has lezzeti, hevesler, kırık aşklar, bir türlü tamamlanamayan yarım yaşanmışlıklar, hüzünler kendi yatağında çağıldayarak akıp giderken okura da ayna tutuyor. Ağızda buruk bir tat bırakarak son buluyor roman.
“Mücella yaşamdan alacağı kalmamışlara mahsus bir duyguyla çevirdi başını. Kimseye vereceği de yoktu. Durmadı üstünde artık. Razı geldi payına düşene. Demek hayat böyle bir şeydi. Buydu demek, bu kadardı onun nasibi.”
Ara 15, 2016 0
Kas 12, 2016 0
Kas 05, 2016 0
Kas 01, 2016 0
Ara 16, 2016 0
Ara 09, 2016 0
Ara 07, 2016 0
Eki 22, 2016 0