Ara 07, 2016 Murat Tokay Şiir Konuşmaları, Söyleşi 0
İbrahim Tenekeci’nin Üç Köpük’le başlayan şiir yolculuğu Ağır Misafir’le sürüyor. 1990’lı yıllarda ilk şiirlerini yayımlayan şair, artık olgunluk dönemini yaşıyor. Tenekeci, şiirini kelimeleri yormadan söylüyor. Hayatın içinden konuşuyor. Doğal ve akıcı bir dili, mütevekkil bir duruşu var. Onun şiirlerinde dünyanın hallerinden yorgun, ‘şaşkın’, hüzünle tebessüm eden bir şair yüzüyle karşılaşıyoruz. Şiirle ‘içini döken’ Tenekeci, şairanelik derdine düşmeden, konuşur gibi yazıyor. Şiirden uzaklaşmış birçok insanı şiire döndürebilecek bir kaleme sahip. Tenekeci, şiir okumak için güzel bir neden. (Ekim/2008)
İbrahim Tenekeci yerli bir şiir yazıyor. Hayatın içinden kelimelerle kuruyor şiirini. Doğal ve rahat bir söyleyişi var. Hatta o kadar ki, “şiirlerinde okurunda kolaycacık söyleniverecekmiş duygusunu uyandıran bir akıcılık var”. Bunu nasıl başardınız?
İlk şiir bilgilerimi halk edebiyatı okuyarak edindim. O zamanlar on iki, on üç yaşındaydım. Modern şiirin ustalarıyla ise beş-altı yıl sonra tanıştım. Yani önce sesi, sonra sözü buldum. Bende şiirden önce ses oluşur. Sıralamam “önce kulak, sonra kalem” şeklindedir. Sesi duyduktan, bulduktan, hatta gördükten sonra, o sese/müziğe söz yazmaya başlarım. Bu teknik ya da alışkanlık; akıcılık, duruluk, berraklık gibi olumlu özellikleri de beraberinde getirdi. Mesela geçen gün bir büyüğümüz “ey iman edenler, iman ediniz” ayetini bizlere hatırlattı. Not defterimi çıkarıp şunu yazdım: “Ey ima edenler, iman ediniz!” Çünkü benim duyduğum da, söyleyenin yüzünde gördüğüm de buydu. Sonra oradaki arkadaşlardan birine bu “dizeyi” gösterdim. Çok şaşırdı ve “bunu ne zaman yazdın” diye sordu. Kulak işte böyle bir şey… Yirmili yaşlarda, “Halk edebiyatı ile modern şiiri nasıl bir araya getirebilirim” arayışına girdim. Yunus ile İsmet Özel, Karacaoğlan ile Cemal Süreya bir araya gelebilir miydi? Gelirse ortaya nasıl bir şey çıkardı? Şimdi çok memnunum. Geçenlerde Sayın Özel’i dinledim; Türkçeyi ve Türk milletini Yunus Emre’nin şiirleriyle başlatıyor. Bir şeyin daha altını çizmem gerekiyor: Mümkün mertebe, yaşayan kelimeleri kullanmaya gayret ediyorum.
Abdülkadir Budak, Rail Life dergisinin son sayısında yayımlanan şiirinde “yoksulların şiirini yazan kalmadı” diyordu. Sizin kitabınızda yoksulluk Ağır Misafir gibi ağırlanıyor. Yoksulluğun şiirinize girişinin bir hikâyesi var mı?
Ağır Misafir kitabındaki yoksulluk, kişisel değil, toplumsaldır. Üslup aynı olsa da, her şiir kitabımın kuruluş/yazılış amacı farklıdır. Giderken Söylenmiştir bittiği zaman, “şimdi ne yapmalıyım” diye uzun süre düşündüm. Sonra bir şey dikkatimi çekti. Onlarca arkadaşım vardı, fakat hiç İstanbul doğumlu arkadaşım yoktu. Arkadaşlarımın hepsi köyden şehre göç eden ailelerden geliyordu. Bu göçün birinci nedeni ise bilindiği gibi yoksulluktu. Arkadaşlarımla birebir sohbetler ettim. Ortaya şunlar çıktı: Hiçbirinin İstanbul’da aile kabristanı yoktu. Köye gömülmek, hâlâ en büyük arzuydu. Tatil deyince ilk ve tek akla gelen hâlâ köydü. Hepsi düğünlerindeki gelinliği kiralamıştı. Çamaşırlar hâlâ protokol ile asılıyordu: Önde babanın çamaşırları, sonra annenin ve diğerlerinin, en arkada da iç çamaşırlar… Biri hariç, hiçbirinin dedesiyle çekilmiş fotoğrafı yoktu. Zaten o birine de kendi aramızda “burjuva” diyorduk. Bu evlerde, şöyle birkaç nesli gösteren aile albümü de bulunmuyordu. Tabii bunlar benim için de geçerliydi. Ayrıca bu insanların alışkanlıkları, huyları, gelenekleri… Mesela bizde dede ve babalar çocukları öpmez, koklar. Aynaya bakmak ayıp sayılır. Büyüklerin yanında “bence” diye başlayan cümleler kurulmaz. Evlat ile devlet aynı şeydir. Misafirler önce çayımızda görülür vs. İşte bu insanların şiirini yazmalıyım dedim. Otoban kenarlarında ve yeşil alanlarda ot toplayan kadınları, köyden gelen yiyecekleri, cami avlularında güneşlenen ihtiyarları, fakirleri, sanayi sitelerinde çalışan çırakları, özenle okutulan çocukları, köye gidip gelmeleri, babaların şehre ilk gelişlerindeki o karmakarışık duyguları… Bu göçün hikâyesi ve romanı yazılmıştı. Bildiğim kadarıyla, şiiri ilk kez kitap hacminde yazılıyor.
Ağır Misafir’deki şiirlerde; şimdiki zamanda ‘günler suratsız’ geçiyor. ‘Dağılmış bahçe’de, ‘insan olmanın verdiği güzellik, soluyor durmadan’, ‘güzelliğin dişleri dökülüyor’. Dönüş Hazırlığı şiirinizdeki soruyu size yöneltelim: Ne olacak halimiz?
Sıklıkla tekrarladığım bir söz var: Hepimiz tehlikedeyiz! “İnsan olmanın basit ve ince özelliklerini her geçen gün kaybediyoruz.” Tabii olumlu şeyler de yok değil. Var. Mesela bizde güzelliğin ölçüsü hâlâ şiirdir. Şiir gibi hayat, şiir gibi kadın, şiirsel bir üslup, şiir gibi konuştu vs. Bu ölçüyü çok önemsiyorum. Türk halkını başka bir şeye dönüştürmek isteyenlerin müdahale ettikleri şeylere iyi bakmak lazım… İlk önce şiire ve müziğe müdahale ettiler. Yani ritmimizi bozmak istediler. Radyolar yıllarca hafif Batı müziği, senfoni falan çaldı. Kakavan isimler şair olarak takdim edildi. “Millet anlamıyor” dedikleri şey, aslında “millet anlıyor” anlamına geliyor. Anlıyor ve almıyor! Onca hor görmeye rağmen, türküler tekrar revaçta… Onca desteğe ve resmi iteklemeye rağmen, Orhan Veli bile yıkıldı. Ülkemizde sadece güzelliğin değil, düşüncenin taşıyıcısı da şiirdir. Tabii bu uzun ve ayrı bir konu… Özetle söylersek; edebiyat, kültür-sanat ve düşünce sahasında güzel şeyler oluyor, yeniden bir öze dönüş yaşanıyor. Ve bu da ilerisi için bana umut veriyor.
İbrahim Tenekeci, halinden şikâyetçi olsa da isyan bayrağı açmıyor. Mütevekkil bir duruşu var. Allah Kerim diyerek şiire son noktayı koyuyor.
Mustafa Kutlu hocamız, “Allah varsa, trajedi yoktur” demişti. Bize düşen, bu söz karşısında saygı duruşuna geçmektir.
MUTLU OLAN BİRİ VARSA BİZDEN DEĞİLDİR
‘Daima üzülürsün şairsen’ dizesini hatırlatarak soralım. İbrahim Tenekeci hep üzgün mü? Şiirle içini mi döküyor?
Yaşadığımız devirde, bir insanın dürüst ve ahlâklı kalarak mutlu olması neredeyse imkânsız. Sorumluluk sahibi bir insanın rahatsızlığı gibi bir şey bu… Zengin ile fakir arasındaki uçurum her geçen gün açılırken, ahlakî çürüme tehdit boyutlarını bile aşmışken, bölücü terör dolayısıyla güzel vatanımız tehlike altındayken, İslam dünyasında şunlar ve şunlar olurken; mutluluğu ancak “durgun su” olarak ifade edebiliriz. Bu şartlar altında mutlu olan biri varsa, onun bizden olmadığını düşünüyorum. Evet, mutsuzluğumu, tedirginliğimi, çaresizliğimi, olan biten karşısındaki şaşkınlığımı, öfkemi şiire döküyorum. Fakat bu, ağlayıp sızlayarak değil de, bir buğdayın içini dökmesi şeklinde oluyor. Ayrıca mutlu insanların şiir yazamayacağına inananlardanım.
“Camiden eve dönerkenki ferahlık / Sadece müminlerin bildiği / Şiir böyle bir şey mi?”
Şiirin nasip işi olduğunu düşünüyorum. Hesabı temiz olanın yüzü ak olur. Mehmet Akif’ten Ziya Osman’a, Ahmet Muhip’ten Behçet Necatigil’e, İsmet Özel’den Süleyman Çobanoğlu’na kadar iyi şairlerin yüzlerine bir bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ben, ancak iyi insanların iyi şiir yazabileceğine inanıyorum. Dikkat ettiniz mi, bilmiyorum. Ben ettim. İyi şairlerin çoğu sadece insanla değil, doğayla da yakından ilgilidir. İşte o söz: “Yerdekini kollarsan sen, kollar seni gökteki de…” Şiir, hayretle yazılan ve hayretle okunandır. O hayreti bulacağınız mekânlar ve zamanlar ise bellidir. Bir insan öğleye doğru uyanıyorsa, ona geçmiş olsun. Tabii bütün bunları söylemem; yetenek, işçilik, disiplin, sabır ve istikrar gibi olmazsa olmazları yok sayıyorum anlamına gelmemeli. Söylediklerim “elde var bir” olarak anlaşılmalı.
Son soru olarak, Ağır Misafir, şiirinizde nasıl bir yerde duruyor?
Ağır Misafir’in “olgunluk dönemi eserim olduğu” söyleniyor. İnşallah öyledir.
Ara 16, 2016 0
Ara 15, 2016 0
Ara 07, 2016 0
Kas 12, 2016 0
Kas 12, 2016 0
Eki 31, 2016 0
Tem 28, 2016 0
Tem 27, 2016 0